İzleyiciler

17 Haziran 2012 Pazar

entel dantel film yorumlama teknikleri


aşağıda anlatılacak olayların gerçek kişi ve kurumlarla bağlantısı yoktur trafiğe kapalı alanda çekilmedi ama siz yine de evde denemeyiniz!

malzemeler:
1 adet büyük gözlük,
 bir adet fular,
 bir tutam orta uzunlukta ve ensede toplanmış hafif yağlı dalgalı saç (bkz: mühendislik fakültesi resmi saç modeli)
damak tadınıza göre bir avuç bilinen yönetmen ismi(tarantino, kubrick, tarkovsky , zeki demirkubuz vb.)
keyfinize göre bir avuç sanat akımı ismi (postmodernizm, sürrealizm, imgecilik vs.)
1 adet okunmuş üflenmiş film senaryosu
1 adet torrent linki
 2 orta boy soğan,
4 adet organik domates

1) öncelikle çakma entel görüntümüzü almak için hangi mevsimde olduğumuza aldırmadan bir adet fuları boynumuza doladık ve büyük kare çerçeveli renkli gözlüğümüzü taktık.
2) filmi izlemeden önce ellerimizi yıkadık kirli eller sevilmez güzelliği görülmez bize pis derler neyse
3) hamdolsun torrent linkine filmimizi güzelce indirdik filmi öyle çok da iplemeden izledik hatta ileri sarıp kısaca senaryoya baktık ve sıkılıp bıraktık. sonra internete girip bir kaç siteden yorumları okuduk .
4) soğanları da pembeleşinceye kadar kavurduktan sonra bir tutam yönetmen isminden şanslı olanını seçip izlediğimiz filmi bu yönetmeninkilerle bağdaştırdık. burası sizin hayal gücünüze ve yaratıcılığınıza kalmış,'abi şurada tarkovsky etkisi var şu sahnede bak açıkça görülüyor' diye anlatınca karşıdaki yok ben görmedim demez zaten. ayy evet kesinlikle canımm mete sen çok iyi anlıyosun bu işlerden film eleştirmeni olsana vb. der.
5) karşıdakini kıvama getirdikten sonra artık atışta daha da serbestiz, artık o bizim ellerimizde o yüzden ona bu izlemediği veya izlemiş gibi göründüğü filmi izlememiş olarak ve izlemiş gibi yaparak başarıyla anlatacağız.

-ilk detay senaryo: şu bir gerçek ki biz olaylara ve konuya odaklanma eğilimindeyiz o yüzden filmin senaryosu bilinecek ve üzerinde 5 adet olumlu bir adet olumsuz veya 7 adet olumlu bir adet olumsuz olmak üzere sırayla görüşler sıralayacağız. buradaki püf nokta olumsuzu vurgulamaktır. bu bizim ağzı açık hayran hayran bakan bir film seyircisi olmadığımız öyle bazı şeyleri de beğenmeyebildiğimiz izlenimi verecek ve eleştirme kapasitemizi gösterecek.

dikkat edilmesi gereken bir başka husus da çok fazla olumsuz eleştiri de yapmamaktır. bu karşıdaki kızceğizimize çok kendimizi beğenmiş , hiç bir halt yapmadığı halde oturduğu yerden tüketen ve eleştiren boş insan izlenimi bırakır o yüzden cümlelerimizi özenle seçeceğiz.(buna sonra gelicem şimdi soğanlar yanmadan domatesleri eklememiz lazım)

- ikinci detay çekim teknikleri: burada bir kaç teknik terim ezberlememiz veya fizik derslerinden filan bildiğimiz kulağa bilimsel gelen kelimeleri oturaklıca cümlelerimize yerleştirmemiz lazım. mesela 'burada doppler etkisi var bence selin hani şu tam çocuk kızı öpecekti de öpemedi ya işte orada kameraman çok güzel bir doppler etkisi yaratmış' selin muhtemelen doppler etkisinin nasıl yazıldığını düşünüp gidip internetten aramayacak ve doppler etkisi sinemasal bir teknik olarak literatüre sayenizde geçecektir. oysa yer çekimi etkisi demiş olsaydınız eve giderken size 'bence yürütemiyoruz ayrılalım öptüm kib. metecim' yazacaktı. 

6) eveeet yemeğimiz neredeyse hazır şu an yapmamız gereken şey araya sanat akımları katarak çizdiğimiz entellektüel profili sağlamlaştırmak bol bol kübizm sembolizm ve sürrealizm demek. filme göz attığımız arada aklımızda kalan üç beş sahne vardır muhtemelen burada gördüğümüz bir nesneyi alıp kendimizce soyut bir şeye benzetmemiz şart aklımıza gelen aşk, yalnızlık, ihtirasın getirdiği pişmanlık, içsel çatışmalar gibi terimlerden mümkün olan en uzun ve anlamsız olanını seçip olayı buna bağlıyoruz. 

mesela masada bir adet kibrit kutusunun olduğunu fark etmişsek şanslıyız hemen ' selincim burada yönetmen aslında victor'un potansiyel bir tehlike olduğunu ve helena'ya yaklaştığında onun içerisindeki bastırılmış gizli hırslarının alev haline gelmesini sağladığını böylece helena'nın victor'un tetiklemesiyle bir dizi içsel patlamalar yaşamaya başladığını anlatmaya çalışmış. kibrit victor'u simgeliyor.' diyebilmeliyiz.(yuh abi resmen ikinci bir film yazdık kıza yarancaz diye haykırışlarını duyar gibiyim ee ne kadar entel(!)çaba o kadar köfte canlarım.)

7) domateslerimiz de iyice sulandıktan sonra bir tutam bağlaç ekleyerek ocaktan indiriyoruz. bu bağlaçlar gerektiğinde kıvırmanızı, karşıdaki sizden daha bilgili çıktığında ve söylediklerinize itiraz etme tehlikesi olduğunda muhteşem dönüşler yapmamızı sağlayacak. bu yüzden tüm cümlelerimizi ama'lı lakin'li böyle de olabilirdi bence'li kuruyoruz. ve bol bol bence diyoruz ki itirazlarımızda yani ben öyle gördüm tabi sen de haklısın herkes farklı yorumlayabilir sonuçta modern filmlerde hep seyirciye de rol düşüyor ucu açık senaryolar var diyebilmeliyiz.

not: işi sağlama almak için piyasada fazla bilinmeyen, taa dünyanın bir ucundaki tanınmamış bir yönetmenin en dikkat çekmeyen filmini seçmek de şart. popüler piyasa ürünlerinden uzak olmanız bir artı puan kazandırmanın yanında, kızçemizin sizden sonra bir başkasıyla konuşup film hakkında bilgi alma veya daha önceden filmi biliyor olma ihtimalini azaltır. böylece bir taşla bir sürü kuş vurursunuz.
'dikkat' özetle olmazsa olmazlar:

 -en az (1) bir adet farklı yönetmen ismi ve sanat akımı ismi söylenecek.
-kıvırma fırsatı sağlayan bağlaçlar mutlaka kullanılacak.
- içsel, kavram, kimlik , çatışma uzlaşma gibi terimler kullanılacak.
- bol bol bence denilecek.
şimdi tabaklara alıp güzelce servis ediyoruz . hade afiyet olsun yiyin gari.

3 Haziran 2012 Pazar

yabancı olmak

dünyanın size, başka bir yıldız sisteminden düşmüşsünüz gibi saçma gelmesidir yabancı olmak.
bakıp bakıp anlam verememek, hayata ve ölüme dair sorgulamalar yaptığınızda koca bir boşluk bulmaktır.
kimi insanlar vardır hayatı sevmez ölmeyi özler, negatif derler onlara.
kimisi de vardır ki hayattan keyif alır, ölmekten korkar; pozitif derler onlara.
sizse kocaman bir sıfır gibisinizdir. nötr. ölmekle yaşamak arasında bir fark göremeyecek kadar absürd bulursunuz dünyayı.
sıfır olmak negatif olmaktan bile kötüdür.
sıfır olmak var olmamaktır, hissedememektir, duygularınızın olmamasıdır.
sıfır olmak sadece leziz bir yemeğin tadını alabilmek, sadece yüzerken suyun vücudunuza çarpmasını hissetmektir.
duyularınız haricinde hiç bir şeye sahip olamamaktır sıfır olmak.
yeni yıkanmış yumuşak bir kazağa dokunmaktaan zevk almak, ama yaşamaktan keyif alamamaktır yabancı olmak.
bir hastaneye gidip kısa bir süre içerisinde öleceğinizi öğrenseniz , değiştirmek veya yapmak istediğiniz hiç bir şey bulamamaktır . omuz silkip hiç bir şey olmamış gibi devam etmektir.
çünkü sizin için bir fark yoktur 25inde veya 65inde ölmek arasında. 40 yıl daha var olmanın olumlu veya olumsuz bir yanı yoktur.
intihar etmezsiniz çünkü sizin için ölümle yaşam birdir.
ısrarla yaşamak da istemezsiniz çünkü sizin için yaşamla ölüm birdir.
olan bitenin sizin dışınızda şekillendiği ve sizin sadece rolünüzü oynayıp selam verip çekip gideceğiniz bir sahne gibidir dünya.
hayatınıza müdahale etmeye kalkışmazsınız. kimileri bunu tembellik zanneder oysa siz sadece geleceği müdahale etmeye ve çabalamaya değecek kadar önemli bulamazsınız.
var olmayı seven insanlar anlayamaz sizi, neden gidip bir mücadele içerisine girmediğinizi, hayatla cebelleşmediğinizi anlayamazlar.
hayat bir ırmaktır kimileri inadına onun kaynağına doğru yüzmeye çalışır akıntıyla boğuşur, yorulur, pes etmez hep yukarı doğru yüzer.
kimisi hayatla inatlaşmaz ve aktığı yöne doğru yüzer.
sizse kılınızı dahi kıpırdatmadan sırt üstü suya uzanır ve akıntının ellerine bırakırsınız kendinizi. girdaplar olursa döner dolaşır, boğulmazsanız akıntıyla devam edersiniz.
boğulursanız da boğulup gidersiniz.
ölüm kimisi için bir yoldaştır, her an ölebileceğini düşünerek hayatının her dakikasını anlamlı kılması için kimi insanlar yoldaş edinmiştir ölüm fikrini.
ölüm kimisi için bir düşmandır, sürekli uzakta tutmak ve ertelemek isterler, daha sağlıklı olmak için daha uzun yaşamak için çabalarlar. hep hayatları daha uzun olursa bir şeyleri değiştirebielceklerini zannederler. geleceği planlamak, şunu şunu elde edersem bunu bunu yapabilirim demek bu kişilerin işidir.

sizin içinse ölüm davetsiz bir misafir gibidir. ne onu evinize çağırırsınız ne de geldiğinde kovalarsınız. misafirinizi sessizce içeri buyur edip gülümsemekle yetinirsiniz.

burada yazılanları tek bir cümlede özetleyecek olursak rammstein vokali till lindemann dan gelsin:

'wir müssen leben bis wir sterben'

sözsüz özetlenmiş hali için yavuz çetin&erkan oğurun dünya adlı parçası veya pentagramın kam'ı dinlenilebilir.

not 1: bu yazı albert camus'un yabancısına ve jean paul sartre'ın bulantısına ithafen yazılmıştır.
not 2: 
http://www.imdb.com/title/tt0287803/ izleyelim izletelim

20 Mayıs 2012 Pazar

IZGNANIE

rus yönetmen andrei zvyagintsev'in ikinci filmi. sürgün anlamına gelmektedir. aşağıdaki yazı oldukça uzun bir kritik olup, filmi izleyenler için bile ağır spoiler içermektedir.
--spoiler--
filmin isminin sürgün olması oldukça ironik. sebebi anlaşılmayan bir şekilde ıssız kırsallara sürgün edilen bu aile sadece şehirden değil, birbirlerinden de uzaklarda sürgündedir çünkü. yan yana otururken bile kilometrelerce uzaklardadır her birey birbirinden.

teknik açıdan incelenildiğinde;
görüntüler tek bir el kamerasıyla çekilmiş izlenimi verilmeye çalışılmış.
ve aşırı gerçekçi bu yüzden rahatsız edici bir film. mesela üstü açık arabada giderken arabanın ön tarafında oturan biri çekmiş gibi kamera titriyor seyirci de o arabadaymış gibi oluyor.

sonra kamera kaydırılmış sürekli ,daha gerçekçi olsun diye bir sahneden diğerine geçerken alanı görme açımız korunmuş. bu da tek bir kameraman elinde kamerasıyla oradan oraya yürümüş, o sırada çekim durdurulmuş ve kameraman yerini alınca yeniden başlatılmış gibi. hani daha amatörce ve daha düşük bütçeli gibi dursun diye özellikle uğraşılmış.

evin içinin sürekli birkaç pencere ardından çekilmesi de kendinizi bir ailenin doğal yaşamını gözetleyen bir röntgenci gibi hissetmenizi sağlıyor.

mekanlar yalnızlık hissini çoğaltsın diye bomboş seçilmiş 
hiç bir toplu kullanım alanı veya eğlence mekanı kullanılmamış. hep bomboş bozkırlar.
ölü gibi insanları ve yalın bir yalnızlık hissini vurgulayan sahneler seçilmiş.

ve mekanla zaman duygusu azaltılmış. ailenin komşularının evinin bile ne yönde olduğunu kestirmemiz zor.
veya filmin kaçlı yıllarda geçtiğini anlamak zorlaştırılmış.olay çevreden soyutlanıp direk karakterlere odaklanmış.

önceden kuruduğu söylenen ama filmin sonlarında şırıl şırıl aktığını bütün ovayı suya buladığını gördüğümüz küçük dere ve şarkı söyleyen tarla ırgatları baş kahramanımız alex'in yaralarının iyileşmesine ve hayatın devam ettiğine bir canlanmaya işaret etmek istese de filmin genel dram havasıyla bağlantı kurulamayıp havada kalmış.

2,5 saat süren her film gibi gereksiz uzatıldığı düşünülse ve sıkılmamak sabır gerektirse de sizden çaldığı saatlerin hakkını veren bir film.

birtakım zekice detaylar var.
1)
filmin başında ve sonunda araba bir yolda gidiyor ve o yolun ilerisinde iki iniş 3 yokuş var. en sonuncusu en uzun olan yokuş.
filmin sonunda aynı yolu tersten görüyoruz araba ters istikamette gidince bu kez yine 2 iniş 3 çıkış görüyoruz ve yine bize en uzak kalan yokuş en uzunu. oysa en başta biz burayı iniş olarak görmüştük ve arabadan tamamı görünmediği için kısalığını uzunluğunu kestirememiştik. oysa aynı yolu ters istikametten bir kez daha görünce simetrik bir şekilde bir çukura inildiğini bir ufak tepe daha aşıldığını ve aynı uzunlukta bir yoldan yeniden çıkıldığını görüyoruz.
peki buna neden bu kadar takıldım? çünkü bu iniş çıkışlar filmin gidişatı ve senaryosuyla paralel. senaryoyu baştan sona izleyince de üzücü veya sevindirici olması gereken olaylar anlatılış tarzına göre simetrik gidiyor.
mesela kadının bu çocuk senin değil demesi başta üzücü kırıcı agresifçe tepki verilen bir olayken sonra anlıyoruz ki kadın aslında 3. çocuklarına hamile ama kendisi kocasına yabancılaşmaktan ötürü mutsuz oysa verdiği haber normal şartlar altında sevindirici bir haber. yani yokuşlarla inişler filmin başından ve sonundan bakıldığında yer değiştiriyor.

2)
film kendisinden spoilerlı. o olaylar olmadan önce olup bitene dair ufak ipuçları veriliyor. bu da gerçekçiliği arttırıyor. gerçek hayatta da birisi bize bir şeyi söylemeden önce çoğunlukla davranışlarından bu durumu sezebiliyoruz.
mesela küçük kızın kendisine tavşancık denilmesini istememesi gibi basit bir olayın akabininde veranın ağlaması hemen duygusal bir döneminde olduğunu anlamamızı sağlıyor. ve bu sahneyle, akşam verandaya çıkıp sandalyeye oturduğunda elbisenin altında bacaklarını iki yana açarak rahat edecek şekilde oturduğu sahneyi birleştirince hamile olduğunu direk anlayabiliyoruz.

3)
ailenin birbirine yabancı ve soğuk insanlar olması filmdeki manzaraların boşluğu ve gri gökyüzüyle bile destekleniyor. herkesin duygusallığını hissedebiliyorsun. ama kimse birbirine çaktırmıyor. küçük kız hariç.
o henüz bu ortama adapte olamamış ve sevindiğinde üzüldüğünde annesine veya babasına bunu aktarıyor. oysa karı koca arasında kilometrelerce mesafe var. yan yana olduklarında bile.
herkes sakin ve robotsu davranıyor.
ölü gibi insanlar bunlar. aile içi iletişimsizlik diz boyu. aslında günümüz aileleriyle kıyaslanınca beraber epey vakit geçiren harika bir aile gibi görünüyor ama dediğim gibi yan yana durdukları anlarda pek bir şey paylaşmıyorlar o mesafeli tavırları soğukluğu seyirci hissedebiliyor.

gelelim senaryoya ve olanlara.

hani aldatan kadın hep kocam ilgisizdi diye bahane eder ya. bu filmin yarısına kadar hep böyle düşünüp kadının kocası biraz soğuk davrandı diye bahane edip robertla birlikte olduğunu sandım. zaten böyle düşünmememiz istenmiş.
bakış açımız hep tek taraflı oldu ilk yarıda.
adamın her ne kadar sert mizaçlı olsa da merhametli davrandığını sakin ve soğuk ama en azından insancıl olduğunu düşündük.
kararsızlığına öldürsem mi affetsem mi ikileminde kalmasına üzüldük.
sonra bir güzel ters köşe edildik.
o tarz bir kelime oyununu, 'bu çocuk senin değil' lafının 'çocukları ve beni eşyalar gibi sahipleniyor ama bu çocuk bizim değil.
biz ona sahip değiliz' şeklinde düzeltilebileceğini hiç düşünmezdim. açıkçası burada biraz film bilmediğim bir dilde olduğundan altyazının azizliğine uğramış da olabilirim. çünkü vera çocuktan ilk bahsettiğinde altyazıda o cümle 'bu çocuk senden değil.' olarak görünüyordu. eminim rusçada senin değil veya bizim değil dediğinde sonradan öğrendiğimiz o 'çocuğu sahiplenip kendisi gibi yetiştirmemesi gerek ' cümlesine bağlanabilir ama türkçe düşününce bu kelime oyunu biraz kafa karıştırıcı oluyor.

buradaki cümle ve bunu öğrendiğinde alexin hiç bir şey sormadan çekip gitmesi, karısıyla her zamanki gibi iletişim kurmaktan çekinip yanlış anlaması bütün gidişatı etkileyen bir kırılma noktası.

-seninle konuşmamız gerek.
-ama ben senle konuşmaya korkuyorum.
-ben de korkuyorum fakat konuşmamız gerek.

işte bu diyalog filmi özetliyor.birbirleriyle muhabbet edemeyen bir şekilde diyalog kuramayan çiftin dramı. ruh hallerini bile birbirlerine anlatamıyorlar sadece 'korkuyorum' diye geçiştirilmiş. oysa korkuyor musun? çekiniyor musun? kendini ifade edemediğin için yanlış mı anlaşılıyorsun? bunların bir açıklığa kavuşturulması gerekirken. alexin yine verayı dinlememesi 'sen hep yabancıydın' cümlesine yine ne zırvalıyosun şeklinde tepki gösterip dinlemeden susturması zaten bunlardan adam olmaz hiç değişmeyecekler dememe sebep oldu.

işin en ilginç yanı bu luzey komşumuz olan milleti bize çok uzak bir kültürün ürünü zannetsek de,
ataerkilliği, pasif ve hizaya getirilmiş bir karakterin sadece üstüne biçilen rolü oynamasını, kendisine ait belirgin bir karakteri başarıları olmayan sadece çocukları üzerinden övgü toplaması beklenen annelik rolünü üstlenmiş kadının çırpınışları aynı bizdeki gibi.

kişilerin zaman geçtikçe hem toplumsal normlara ayak uydurup hem kendileri olarak var olmaya çabalayan en büyük buhranları kendi kendileriyle olan karakterler olması aynı bizdeki gibi.

doğu toplumlarında görülen , bireyleri köşeye sıkıştırıp ahlak yargılarını benimsetmiş toplumsalcılığın aslında kişileri daha sosyal ve aktif değil daha edilgen kılması ve yalnızlaştırması olayına bu filmde de şahit oluyoruz.izlerken kendi çevresindeki ailelerden birini değil de rus bir aileyi betimlediğine inanası gelmiyor insanın.

kadın erkek ilişkileri ve iletişim hataları bire bir bizdeki gibi.

zaten fazla da konuşmayan bir kadın var orada içine kapanık, kendisiyle çatışan hayatından memnun olmayan. ama arasıra ağzını açtığında da sanki saatlerce dırdır etmiş gibi susturuluyor .
sonra yaşadığı buhran ve yabancılaşma, sadece çocukları için var olmaya dönüşüyor. her anne gibi intihar etmek için bir sebep olmasa da intihar etmemek için tek sebebi çocuklar.
ve oğlu kir'in de kocası gibi olacağı gerçeği onu üzüyor. 

çocukların birlikte kaldıkları gece incilden okudukları sevgiye dair sözler sanırım filmde anlatılmak istenen her şeyin özeti.

insanın ne ile mutlu ne ile mutsuz olduğuna, kendi kendisini yargılamasına, iyi ve kötü kavramlarının evrensel mi kişisel mi olduğuna cevap aranmış.
arabada alex ile mark arasında geçen diyalogta duyduğumuz 'affetmek istiyorsan affet çünkü doğru olan bu. öldürmek istiyorsan öldür . çünkü doğru olan bu.' cümlesine bakılırsa doğru olan yanlış olan ; insanı iyi veya kötü yapan ahlak yargıları tamamen bireysel.
sen kendi kendinle çelişmiyorsan sorun yok. 
'evlatlarım ölmedi sadece onların var olmadığı fikrine kendimi alıştırdım.' buyrunuz en somut doğru veya yanlışlar bile sizin onları kabullenip kabullenmemenize göre değişiyor. yani hem bilgi felsefesinin hem ahlak felsefesinin sorularına bireysel varoluşçu bir bakış açısıyla cevap verilmiş.

film en son yarım saatinde anlatılan ikinci bakış açısının gereksiz olduğu eleştirisini alır çoğu zaman.
bu durum da aslında seyirciye bağlı olan subjektif bir şey.
eğer ki seyirci bir olay olup bittikten sonra kimin haklı kimin haksız neyin doğru neyin yanlış olduğunun önemi olmadığını geçmişe dair doğruların bir öneminin kalmadığını düşünüp hayata 'olan oldu biten bitti siz neyin davasını görüyosunuz hala?' şeklinde yaklaşıyorsa son yarım saat gereksiz bir flashbackler sürüsü gibi görünüyor.

seyirci yiğit ölmüş olsa bile hakkının verilmesini isteyen ve geçmişe ait gizlerin bilinmesinin kişinin tepkisini ve doğal olarak geleceği şekillendirdiğini düşünüyorsa bu kez filmin vera'nın gözünden anlatılan o son yarım saati bu seyirci için filmin olmazsa olmazı en can alıcı noktası oluyor.

bu filme en uygun olduğunu düşündüğüm soundtrackse metallica'nın unforgiven'ı olurdu.
önce kendi kafana hapsedilirsin toplum tarafından, sonra iş işten geçene kadar sana o odanın anahtarı verilmez kendi duvarlarının ardından çıkman için.

hayatta nereye gidersen git kendi kendini beraberinde götürürsün ve kafanın içindekiler değişmez. farklı şehir ve makanlarda tek değişen manzaradır. geçmişine ve kendi benliğine dönüp bir baktığında sana kalan iki seçenek vardır:
kendini affetmek veya 
affedemeyip kavganı sürdürmek bir gün mutlu olacağın sanrısıyla dış etkenleri değiştirmeye çalışmak.

oysa filmimiz zaman mekan gibi dış etkenlerden bağımsız olarak sadece karakterleri sorgulayan ve bireyleri ön plana çıkaran bir film olduğundan zaten yönetmenin bu soruya hangi şıkkı işaretleyerek bakmamızı istediği ortada.

--spoiler--

11 Mayıs 2012 Cuma

hayat

içinde çalkalanıp durdukça sakinleşmesini beklediğimiz, sakinleşince durağanlığından sıkılıp adrenalin aradığımız bir garip ilüzyon. bitince huzur verecek şeylerden biri. belki de tek şansımız olduğu için fazla önemsenilen bir akıntı.
belki de kendimizi kandırarak önemsemediğimiz abi hayat boş, pompala coş gibi kafiyeli cümlelerle geçiştirdiğimiz sorgulamaktan kaçındığımız bir şey.
bittiğini hayal bile edemezken, var olmamanın canlı olmamanın ne olduğunu doğal olarak tahmin bile edemezken kimilerimizin yine de sonunu özlediği olgu.
yaşamın acı vermesi mi, yaşamamayı daha çekici kılan? acı o kadar da kötü mü? hiç bir şey hissetmemektense her gün parçalara ayrılmak kanayan yaralarınız varken tuz dolu bir küvete yatırılmak daha iyi değil midir? 
yenilen her tokat, dizdeki her kabuklu yara, yemeğin boğaz yakan acısı, sıcak çaydanlığın elinizi yakması bazen hayatınıza ufak da olsa bir dalgalanma katıp varlığınızı yeniden algılamanızı sağlamıyor mu?
yanık olmasa var olduğunu bile unuttuğunuz dirseğinizin üstündeki o bölge sızladığında size sürekli meşgul olunacak ve iyileştirilmeye çalışılacak bir yara sunarak yaşadığınızı hissettirmiyor mu?
hiç hasta olduğunuzda veya bir engel çıktığında; günlerdir erteleyip de yapmadığınız o işi inatla yapmaya başlamadınız mı?
bir yolculukta mola vermiş tembel tembel bekleşiyorken yolunuzun tam önüne yukarıdan bir kaya parçası düşüp yolu tıkadığında herkesi bir telaş alır. şimdi ne olacak, nasıl yetişicez gideceğimiz yere diye düşünmeye başlarlar.
bazen bir baterist kollarından birini kaybettiğinde çalma tutkusu öyle artar ki def leppard hayat bulur.
işte bu yüzden bazen kaçtığınız bazen umursamadığınız hayat, bitse de gitsek diye öylesine takılıp kendinize nihilist dışarıya anarşist olduğunuz o hayat, itiraz etmekten mücadele etmekten boğulmayalım diye çırpınmaktan vazgeçip akışına bıraktığınız o hayat. gümm diye yolunuza bir kaya düşüp tıkayana kadar değer vermediğiniz o yolculuk birden önem kazanabiliyor.
işte bu yüzdendir ki acı bazen enerji içeceği etkisi yapabiliyor. kafanızda olup da yaşamınızda olmayan her şeyin peşinden koşmanızı sağlayabiliyor.
acıdan da ekşiden de tatlıdan da kaçmadan her tattığınızı sonuna kadar israf etmeden yemek gerektiğini anlayıveriyorsunuz.
ciğerinize çektiğiniz soğuk hava boğazınızı yakıp geçerken, nefes almak acı verirken yaşamın ve var olmanın sizde açtığı yaralardan keyif alabiliyorsunuz.
etliye sütlüye dokunmadan, hayaliniz hedefiniz olmadan dünya böyle gelmiş böyle gider diyip güya filozofça bir tavırla köşeye çekilerek yaşamamak gerektiğini anlıyorsunuz. o keşişler var ya hani sakinlik ve huzur peşinde koşan; ferrarilere dair kişisel gelişim kitapları basıp bizi ayakta yiyen hepsini keçi sürüleri düzsün de hayatlarına bir renk gelsin.
öyle mağaraya, kulübeye çekilip, kendi halinizde takılmakla; işinize gücünüze bakıp yolunuza gitmekle; aşktan hayattan insanlardan ve kendi kendinizden kaçıp saklanmakla canlıyken ölmekle ömür anca tüketilir. her zerresini tadarak yaşamak dururken zaten öldükten sonra ve doğmadan önce sonsuz bir süre boyunca yaptığınız 'hiç olma' halini tatmak hep ölü olmak hayalet gibi yaşamak neden?
ölü olacaksan da zombi ol kardeşim saldır, dağıt parçala ; kötü ol zarar ver. hiç değilse bir kimliğin bıraktığın bir iz olur. negatif bir sayı bile nötr bir sayıdan daha çok vardır. sıfır hiç bir şey ifade etmez.
acı çekmek hiç bir şey hissetmemekten duyarsızlaşmaktan robot gibi davranmaktan kat kat iyidir.
bir kitap var marki de sade'ın uşağı diye acıyı hissedemediği için sade'in kölesi olan ve acıyı arayan bir adamı anlatıyor.
kör olsaydınız midenizi bulandıracak çirkef bir dünyayı görmek koşuluyla gözlerinizi açabileceklerini söyleseler; sırf merakınızdan da olsa o gözlerin yine de açılmasını isterdiniz. siyah veya beyaz iyi veya kötü bir şeyler görmek isterdiniz. 
tat alamasaydınız; acı da olsa tuzlu da olsa tadı b.k gibi de olsa bir yemeği tadabilmek isterdiniz.
peki tadabiliyorken hislerimizden, kendimizden hayattan kaçıp hissizleşmeyi istemek zarar ziyan değil mi?
ortalama 60 yıl canlısın . 60x365x24x60x60 saniye kadar var olduğunun farkında olacaksın. bunun dışında kalan bütün zaman zarflarında geçmiş ve geleceğe uzanan sonsuz bir zaman uzamında zaten koca bir hiçsin. öyleyse bu kısacık sürede de hiç olmaya çabalamak görünmezlik pelerini istemek neden?

keşkeler

KEŞKELER

Bir kez açtı gözlerini,
Ağladı bir kez.
İlk adımını attı
Düştü bir kez.
Oyuncak arabasıyla bir kez oynadı,
Abc'yi bir kez yazdı.
Saklambaç oynadı bir kez,
Gençti bir kez.
Büyüdü bir kez
Evlendi baba oldu
Bir kez,
Gülümsedi hayata bir kez
Küfretti geçen 'bir kez'lere, bir kez.
Ve bir kez farkına vardı
Bunun 'bir kez'lerin sonuncusu olduğunun.

coğrafya


     COĞRAFYA
Küçük dağları bilemem fakat;
Küçük ırmakları biz yarattık
Birer çift küreden akıttığımız damlalarla
Sürükleyerek kumlarını zamanın.
Şimdi birer deltamız var
Kıyısında hayatın.

var olmaya sitem


Var Olmaya Sitem

Pisa Kulesi'ne Pizza Kulesi dediğim yaşta öldürmeliydin beni anne,
Kocamanken hayallerim, kocamanken dünyam ve serçelerden küçükken ben...
nasıl kıydın bana anne
büyümeme izin verebilcek kadar nasıl acımasızlaştın?
Bak, şimdi kardan adamlarım gibi eridi dünya
ufaldı hayallerim
Ve ben kocaman bir hiçim
Neden yaptın bunu anne,
Beni boşver, boşver bu hiçi
Pizza Kulesi'ne ,Tyen yaylayına , hayka şekeye nasıl kıydın anne?

oyuncak dünya

OYUNCAK DÜNYA

 OYUNCAK denmiş mavi küçük gezegenimize. herhalde sizin elinizde şekillenebilecek önemsiz ufak bir oyuncak gibi olduğunu anlatmış yavuz abimiz. peki neler demiş de bu kadar sevilmiş , bizi bize anlatmayı bu kadar güzel başaran bir parça?
hayal gücünüzle şekillendirdiklerinizin, gerçeklerden daha gerçek olmadığı ne malum ? edindiğimiz mesleklerin bizleri tanımlayan ve hayatımızın amacı olan şeyler değil ölüp gitmeden önce fazla ciddiye alınmadan yapılması gereken uğraşılar olduğunu söylemiş yavuz abimiz.

g.te pamuk tıkandığında bazı şeyler son bulur. kariyeriniz, zenginliğiniz, kafanızdan geçirip de yapamadığınız keşkeler, yaptığınız için pişman olduğunuz keşkeler.
öyleyse yapıp yapıp bozmak kırıp dökmek ve yeniden başlamaya cesaret etmek, bu oyuncağın tadını çıkarmak gerekiyor.
hayal ettikleriniz için geçmişte yapılanları hiçe saymanın, geçmişte emek vererek kendimizi garantiye alma içgüdüsüyle elde ettiğimiz makamların lakapların konumların mülklerin bizi esir almaması için zihnimiz ve kişiliğimiz bunlardan bağımsız bir çocuk gibi kalabilmeli.
diğer çocuklarla ölümüne kavga bile etse iki dakika sonra yeniden barışan bir ufaklık kadar affedici olabilir miyiz? nasılsa oyuncak diye hayatlarımızı bozup oyun hamuru gibi yeniden şekillendirmek kolay bir iş midir?
bir işe emek verip bir şeyler ortaya koyduktan sonra onu elinizle yerle bir etmek herkesin harcı olmayan bir şey olsa gerek. sonuçta hepimiz kendi yaptığı makinelere , inşa ettiği binalara tapınan ve bunlara kölelik edinen modern insanlarız.
özgür olabilmekten düşlerimizde yaşayabilmekten, gerçekliğe bir siktir oradan çekip içimizdeki karmaşaya son vererek basit ve sade olan mutluluğu yakalayabilmekten çok uzağız.
çok çok istediklerimizle, sırf aç gözlülükten herkeste var diye istediklerimiz arasında kararsız kalıp olmayan ihtiyaçlar için ömür boyu çırpınıyor hem kendimizle hem hayatla boğuşuyoruz.

ama bir yerlerden kendimiz olmaya başlamak lazım, bir yerlerden o dünyanın oyuncak olduğunu gerçek olanın biz olduğumuzu hatırlamak lazım.

bir köşesinden tutup, tuttuğunu koparan yetenekli ve hınzır çocuklar olmamız lazım.
başlamak dedik, şimdiden daha iyi bir zaman, buradan daha iyi bir yer olabilir mi başlamak için?

rage against the machine-freedom tüm öfkeli dostlarımıza

,http://www.youtube.com/watch?v=GSNeonapnT8 
yavuz abiden oyuncak dünya ise tüm bunalmışlara gelsin.
http://www.youtube.com/watch?v=MlT9gnSM5js&ob=av3n

ONAYLANMA İHTİYACI


 

sevilme, ilgi görme ihtiyacı olarak da bilinen; bilinci olan hemen her canlıda olan ihtiyaçtır.
her gördükleri insana 'ilgi orospusu' 'dikkat çekmek istiyor ezik' diyenlerin bile sahip olduğu bir ihtiyaçtır. aslında bunu dediklerinde  kendi benliklerini de tatmin ederek bir kaosa sebep olurlar. ilgi çekmeye çalışanlar üzerinden ilgi çekenler.

var olan bir bilinç, kendi yok olma durumunu asla kavrayamaz. kavrasa büyük bir paradoks olurdu zaten. işte bu yüzden yok gibi olmak; sessiz sakin takılmak, bukalemun gibi her arkafonun rengine uyum sağlayıp fark edilmemek çoğumuzun istediği bir durum değildir. kimilerimiz içinse bir kabustur.

ön planda olma çabası diye gülüp geçtiğimiz şeyin aslında elimize güç, zeka, yetenek gibi çeşitli şeyler geçtiğinde hepimizin elde etmek için bilinçsizce de olsa çırpındığı şeylerdir. nedenini demin açıkladık. var olan her şey var olduğunun bilincinde olunmasını ister. şimdi hayalet olduğunuzu düşünelim. apartmana çıkıyorsunuz o da ne saydamsınız eğilip kendinize baktığınızda arkanızdaki duvarı görüyorsunuz. bunun şaşkınlığını atlatamamışken karşınıza bir komşunuz çıkıyor. dudaklarınızın kıpırdadığını biliyorsunuz ama o da ne sesiniz de yok. adam öylece geçip gidiyor. kimseye haykıramıyorsunuz derdinizi kendinizce var olsanız da siz artık yoksunuz bu dünya için. yer kaplamıyorsunuz, sesiniz yok, gözlerinizi başkaları göremiyor. kendinizi ifade edemiyorsunuz. olumlu veya olumsuz hiç tepki alamıyorsunuz.

şimdi bilgisayarlarına playstationlarına gömülmüş, kendince bir apartman dairesinde böyle yaşayıp sonra ölüp gitmek isteyen; arzuları coşkuları öfkesi azalmış yaşama arzusu hafiften yok olmuş bireyler olarak bile; tüm bireyselliğimizle bukalemun gibi görünmez olmayı arzularken keşke toplum olmasa ıssız adalarda yaşasak derken bile bahsettiğim hayalet olma olayının gerçekleşmesi hepimiz için bir süre sonra kabusa dönüşür.

sokaktaki köpek bile, ona bakmanız tebessüm etmeniz kafasının arkasını okşamanız durumunda memnun kalır. hiç bir somut faydanız olmadığı halde onun var olduğunu farketmiş ve onu sevmişsinizdir bu yeterlidir. hatta duygunuzun sevgi yerine öfke olması bile aynı etkiyi yaratır. bazı evcil hayvanlar sahipleri onlarla ilgilenmediğinde oraya buraya saldırıp yaramazlık yaparlar, çocuklar da öyle. cezalandırılacaklarını veya azarlanacaklarını bilirler fakat amaç olumlu veye olumsuz dikkatinizi üzerlerine çekebilmek 'ben buradayım la kavat ben buuu-raa-daa-yııım ben varıım!' demektir.
çoğumuz bu arzuyu büyüdükçe kaybettiğini zanneder, bunu da ergenlikten çıkıp olgunlaşmak zanneder. oysa içinde bu arzu asla kaybolmaz sadece kendini farklı formlarda belli eder.
var olduğunu haykırmak için yaramazlık yapıp tepki toplayan o küçük çocuk, sosyal ağlarda fotoğraf , ileti vs. paylaşıp durumumu beğenir misin diyen kızlara dönüşür. veya kendisiyle ilgilenen bir dişi olmadığında abazanlığa başlayan madem onlar bakmıyor ben de onlara varlığımı hissettiririm diyen gençlere dönüşür.
bunları hep yadırgarız, oysa var olduğunu ispat etmek hatta bazen kendi kendisini gerçek olduğuna inandırmak için kişilerin buna ihtiyacı vardır ve bu arzu aslında hepimizde olması gereken doğal bir arzudur.
bazen ünlü film veya müzik yıldızlarını bile dikkat çekiyor ilgi o... pusu diye yaftalarız. ee adam koskoca konser alanına çıkmışyüzlerce kişiye sesleniyor veya hasılatı bilmem kaç milyon olacak bir filmde oynuyor. adam ayvalıkta hormonsuz domates yetiştirmek isteyen kendi halinde bir emekli olmak isterken çok yanlış bir yere geldim ben rockstar oldum aslında hiç ilgi çekmek istemiyorum, ben konser alanında kalabalığa değil dağa taşa ıssız ormanlara müzik dinletmek istiyorum dememiş ki.
ortaya koyduğu ürün kendi zekasının doğal olarak varlığının bir kanıtı olduğuna göre elbet beğenilmek onaylanmak veya eleştirilmek tepki almak istiyor.
evet, karakter gereği bazılarımızda bu durağan olamama, dikkat çeken bir şeyler yapma bazen sırf tepki çekmek için zırvalama olayı daha fazla. kimimiz paraya konfora düşkünlüğünden , kimi kariyer hırsından kimi onaylanma arzusundan kimi ön planda olma arzusundan dolayı çalışıp çırpınıyor.


kendi doğamızı yadırgayıp kınamayı bıraktığımızda , egoist narsist gibi kavramlar üzerinden kendimizi sorgulamayı bıraktığımızda belki çok daha mutlu bir şekilde amaçlarımıza ulaşabiliriz. sahip olduğumuz tek şey kendi benliğimiz, en çok empati yetisine sahip insan bile karakterini terkedip tam olarak bir başkası olamaz. sahip olduğumuz tek şey varlığımızsa onun onay ve kabul görmesini beklemek çok mu aşağılıkça bir tutumdur?